31 Ekim 2013 Perşembe

Türkiye tarımının serbest piyasaya uyarlanması ve küçük çiftçiliğin tasfiyesi

Türkiye Tarımının Serbest Piyasaya Uyarlanması
ve Küçük Çiftçiliğin Tasfiyesi
Abdullah Aysu
Türkiye’yi 12 Eylül cuntasına götüren sürecin temel taşları 1973-1979 arasında yürütülen GATT Tokyo Turu sırasında döşendi. Küresel şirketlerin tarımın serbest piyasaya açılması talimatını ilk uygulamaya koyan ülkelerden biri, bunu Tokyo Turu’nda reddeden Türkiye oldu; hem de neredeyse reddini bildirdiği yılda! Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel (ki ekibinde geleceğin başbakanı Turgut Özal da vardı) 1980 başında, 24 Ocak Kararları diye bilinen kararları yürürlüğe koydu. Fakat toplumsal muhalefet çok güçlüydü, alınan kararları uygulamak mümkün değildi. Aynı yıl, 12 Eylül’de askerî darbe yapıldı.
12 Eylül cuntasının oluşturduğu iklim ve atmosferi arkasına alan Turgut Özal neoliberal politikaları uygulayabilmek için Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) ile işbirliğine giderek işe başladı. Böylece, Tokyo Turu’nda reddedilen tarımın serbest piyasa içine alınması 24 Ocak Kararları’yla fiilen uygulamaya kondu ve sadece çiftçiler için değil, işçiler, memurlar ve gençler için de hayatı cehenneme çevirecek yeni dönem başladı. Türkiye ekonomisinin dümeni IMF ve DB’ye, tarım sektörü serbest piyasa çarkına teslim edildi. “Kardeş kanı dökülmesine son vermek”, “iç savaşı önlemek”, “huzur ve asayişi temin etmek”, “devletin milletiyle bölünmez bütünlüğünü tesis etmek” gibi hedeflerle işbaşına gelen cuntanın ilk ve değişmez önceliği Türkiye ekonomisini küresel şirketlerin isteği doğrultusunda serbest piyasaya teslim etmekti.
Çözülüşün adımları
24 Ocak Kararları’yla Türkiye ekonomisinin ve tarımının Dünya Bankası nezaretinde başlayan yeniden yapılandırması tarımı tahrip etti, çiftçiliği ortadan kaldırdı, yerine şirket tarımcılığını ikame edecek noktaya adım adım taşıdı. Süreç, 1980’de yapısal uyarlama kredisi adıyla DB tarafından verilen beş genel uyarlama kredisiyle başladı. İlk adımda, 1982’de tohumda başlayan liberalizasyon 1984’te tohum dış alımının serbest bırakılmasıyla tamamlandı. Alanın böylece hazırlanmasıyla, tarım sektörünü kapsamlı bir biçimde küresel piyasaya açan ilk adımı olarak Tarım Sektörü Yapısal Uyarlama Kredisi (Tarım SECAL) için koşullar hazırlandı. Tarım SECAL, tarım sektörünün ürün planlamasından kredi sistemine, girdi sağlama sisteminden sektöre dönük kamu örgütlenmesine kadar sektörün yönetimini yeniden yapılandırdı.1 DB’nin Türkiye ekonomisini topyekûn yeniden yapılandırmak (yani özelleştirmeler dönemini başlatmak) üzere kredi politikalarını sektörel düzeyde derinleştirme stratejisinin başlangıcı olan Tarım SECAL’i diğer sektörleri dönüştürmeye hizmet eden benzer kredi anlaşmaları izledi.2 Tarım SECAL kapsamında 1984’ten itibaren fiyatlar dolar cinsinden belirlendi, 1986’da da tam serbestleştirme gerçekleşti. Bu dönem anlaşmaları Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK) ile Tarımsal İşletmeler Genel Müdürlüklerini (TİGEM) içine aldı, TZDK kapatma yoluyla tasfiye edildi, şimdilerde TİGEM’ler de kiralama adı altında parça parça kamudan özel sektöre devredilmektedir.
Tarımdaki araştırma faaliyetleri, DB’nin 1984’teki Tarımsal Yayım ve Uygulamalı Araştırma Kredisi ve 1992’deki Tarımsal Araştırma Projesi Kredisi ile halledili.3 Bu kredilerle tarım ve ormancılık alanlarında araştırmaların kapsamını genişletmek ve güçlendirmek adı altında, Tarım Bakanlığı’nın bütçe ve planlama sistemine müdahale edildi, araştırma alanındaki kamu güvencesi ortadan kaldırılıp araştırma kuruluşları işlevsizleştirildi.
DB kredilerinin bir başka şartı da tarımsal kredi faizlerinin serbest bırakılmasıydı. Bu yolla devletin tarımda sübvansiyon imkânları önemli ölçüde budandı. 1983 ve 1989’daki iki kredi anlaşmasıyla Ziraat Bankası’nın Tarım Kredi Kooperatiflerindeki (TKK) rolü azaltıldı ve sonunda banka önemli ölçüde tarım sisteminin dışına çıkarıldı.4
Devletin tarımdaki egemenlik ve etkisini sistemli bir şekilde kırmayı amaçlayan Tarım SECAL anlaşmasının en yaygın teşkilâta sahip iki kamu kurumu olan Devlet Su İşleri (DSİ) ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nü (KHGM) boş geçmesi elbette düşünülemezdi. Sulama ve drenaj alanlarıyla ilgili kredilerle bunların defterinin dürülmesine de başlandı.5 Bu kredilerle kamu tarafından yapılan ve yürütülen sulama Sulama Birlikleri’ne devredilerek tarımsal sulama, ticarî esaslara göre yürütülen ve yönlendirilen bir dönüşüme uğratıldı. 1997 tarihli Sulama Yönetimi ve Yatırımlarında Katılımcı Özelleştirme Projesi DB’nin bütün dünyada uygulatmaya çalıştığı suyun özelleştirilmesinin altyapısını hazırladı.
1980-85 arasında beş tarımsal krediyle başlayan yeni süreç 2000’de imzalanan malî sektör, sayısal güvenlik sektörü, telekomünikasyon ve enerji sektörlerini de kapsayan Ekonomik Reform Kredi Anlaşması ile yeni bir aşamaya geçti.6 Bu anlaşmanın uygulama ilkelerini belirleyen 600 milyon dolarlık Tarımsal Reform Uygulamaları Kredisi, 2001’de imzalandı.7 Ne yazık ki, anlaşmanın Türkiye ayağındaki yetkilisi Tarım Bakanlığı değil, IMF ve DB’nin yönlendirmesi altında olan Hazine Müsteşarlığı’ydı.
Kısacası, 1980’lerde on kredi, 1990’larda yedi kredi olmak üzere, toplam 17 kredi anlaşması imzalanmış oldu. Her kredinin karşılığında hükümetler tarafından bazı ödünler verildiğinden, bu krediler tarım sektörünü serbest piyasa ekonomisine itekleyerek Türkiye’yi gelişmiş ülkelerin tarım, gıda ve ecza şirketlerinin açık pazarı kıldı. Bu makalenin kapsamında bu kredilerin tarımda küçük üreticinin yararlandığı son mevzileri de dağıtan bir topçu ateşi işlevi gördüğünü hatırlatmakla yetinelim, çünkü krediler şu şartlara bağlı olarak verilmişti:
- Desteklemelere tümüyle son verilmesi,
- Doğrudan gelir desteğine geçilmesi,
- Devletin tarımsal üretim ve tarımsal sanayi alanında hiçbir etkinlik göstermemesi,
- TZDK, ÇAY-KUR, TEKEL, Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş’den (TŞFAŞ) geriye kalanların özelleştirilmesi ya da tasfiye edilmesi,
- Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin (TSKB) DB’nin uygun bulacağı biçimde yeniden düzenlenmesi.
Böylece, bir yandan ülkenin ürün deseni değişirken bir yandan devletin (ve Tarım Bakanlığının) ülke tarımındaki kör topal da olsa uygulanan öncülük, koruyuculuk, düzenleyicilik rolü ortadan kalktı. Tarım ülke ihtiyaçlarının karşılanmasına değil, küresel şirketlerinin kârlılığına öncelik veren bir mecraya sokuldu.
Zemini hazırlama aşaması
IMF, Dünya Bankası, DTÖ ve AB Ortak Tarım Politikası (OTP) patentiyle 1980’den itibaren uygulanan politikalar Türkiye’nin özellikle Büyük Bunalım ve İkinci Paylaşım Savaşı sırasında kurduğu ve esas olarak büyük toprak sahipleri ile ticaret burjuvazisinin çıkarlarını gözetse de köylüye de bir ölçüde koruma ve güvence sağlayan kurumların bir bir tasfiyesini gerektiriyordu.
1980’le başlayan “serbest piyasacılık” dönemine dek, her ne kadar (toprak ağaları-tefeci tüccar sermayesi ittifakı eliyle) ta başından uğradığı müdahale ve sabotajlarla çarpık ve eksik kurulmuş da olsa az çok “genel çıkarı” ya da “ortak iyiyi” hedefleyen bir kamu-çiftçi-tüketiciler zincirinden söz edilebilirdi.8 Söz konusu zincirde kamunun rolü üretici ve tüketiciyi koruma amaçlıydı. Bu zincirin büyük tarım, gıda ve ecza şirketlerine geçmesi için küresel ölçekte çalışmalar başladı, tarımın tahribatına böyle geçilebildi.
Tarımın serbest piyasa içine çekilebilmesi için öncelikle devlet ile çiftçinin bağının koparılması gerekiyordu. IMF ve DB bu amaçla a) tarımsal girdilere uygulanan sübvansiyonların tedricen kaldırılması, b) tarımsal kredi faizlerinin yükseltilmesi, c) tarımsal Kamu İktisadî Teşekküllerinin özelleştirilmesi, d) destekleme alımları yapan kuruluşların özelleştirilmesi ya da işlevsizleştirilmesi “buyruğunu” verdi.
Kapitalist merkezlerce dayatılan ekonominin yeniden yapılandırılması görevi belirttiğimiz gibi 12 Eylül darbecilerinin “ortalığı temizlemesiyle” 1983’te iktidara gelen Anavatan Partisi (ANAP) iktidarında başladı. Bu partinin 1991’e dek sürecek iktidarının ilk altı yılında Başbakanlık görevini 24 Ocak kararlarının mimarlarından Turgut Özal yürüttü. KİT’lerin özelleştirilmesini engelleyen yasaları değiştirmekle işe başlayan Özal çiftçi ile devletin bağını koparmak için ayrıca,
- Üç yanı denizle çevrili ülkenin akarsu ve göllerindeki ürünlerden doğru ve iyi yararlanılmasında önemli görevler üstlenen ve daha geliştirilmesi gerekirken Su Ürünleri Genel Müdürlüğü’nü,
- Gıdaların kalite ve sağlıklılığının hem test hem de kontrolünü gerçekleştiren Gıda Kalite ve Kontrol Genel Müdürlüğü’nü,
- Hayvanların sağlıklı yetiştirilmesi ve tüketicilerin sağlıklı hayvansal gıda tüketmesinde yararlı görev gören Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü’nü,
- Üretici köylüyü yeniliklerle buluşturan Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü’nü,
- Bitki sağlığı ve zararlılarla mücadelede etkili teknik ve bilgi desteği sunan Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü’nü,
- Tarım topraklarının amaç dışı kullanımını engelleyen Toprak-Su Genel Müdürlüğü’nü kapattı.
ANAP Hükümetinin kapattığı bu genel müdürlüklerden boşalan yerlere özel sektör girdi; tarım toprakları kâr amaçlı olarak konuta ve sanayiye açıldı. İlaç ve gübre kullanımı yakın zamana kadar özel sektörün “ne kadar çok satarsa o kadar çok pirim alacak olan” gezgin satıcılarının eline terk edildi.
Özal hükümeti ayrıca, DB ve temsil ettiği küresel şirketlerin talepleri uyarınca tarımdaki devlet tekellerinin kaldırılması işlemlerini başlatarak Türkiye kırsalındaki toplumsal dokuyu kökten değiştirecek tasfiye sürecinin önünü açtı. İşe çayla başlandı; tütün ve şekerdeki devlet tekellerinin tasfiyesi Özal’ın ekonomi politikalarına “muhalefet eden” başka siyasal partilerin hükümetlerine nasip olacaktı.
Çay Yasası: Çay tarımı genellikle, küçük aile işletmeciliğine dayandığından bölge için ekonomik, sosyal ve politik önemi vardı. Bölge insanının çay tarımıyla yoğun bir şekilde uğraşması ve çay sanayinde görev alması nedeniyle bilgi beceri ve kültüründe farklılaşma ve gelişme görülmüş, çay üretimi ve sanayisi bölge halkı için önemli istihdam kaynağı olmuştu.
Gıda üretiminin önemli alt sektörü olan ve küçük aile tarımı şeklinde yapılan çay tarımı ve sanayindeki kamuya ait çay tekeli 44 yıl sonra, 04 Aralık 1984 tarih ve 3092 sayılı kanunla kaldırıldı, çay tarımı, işlenmesi ve satışı serbest bırakıldı.
Şeker Yasası: ANAP hükümetlerinin başladığı işi tamamlamak 28 Mayıs 1999-18 Kasım 2002 arasındaki DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetine nasip oldu. Bu hükümet, 4 Nisan 2001’de IMF ve DB’nin isteğiyle 4634 sayılı Şeker Yasası’nı çıkardı.
Şeker pancarı çiftçilerin bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğini bir arada yapabilmesine olanak sunan önemli bir endüstri bitkisidir. Şeker pancarının tüm yan ürünleri, baş ve yaprakları, küspesi melası en ucuz kaba yem olarak değerlendirilir. Bir dekar şeker pancarı yan ürünlerinin içerdiği hayvansal besin değeri 500 kilogram arpaya eşdeğerdir. Başka bir deyişle, bir dönüm şekerpancarı yetiştirirken hayvanlar için de yaklaşık iki dönüm arpa yetiştirmiş gibi ek değer üretilir. Kendisinden sonra ekilen hububatta ise yüzde 20 verim artışı sağlayan, baş ve yapraklarının toprakta bırakılması halinde dekara 5 kilogram saf fosfor ve 15 kilogram potasyuma eşdeğer bitki besin maddesi temin eden bu eşsiz ürünün 450 bin aile tarafından 65 ilde, 7 bin 200 yerleşim biriminde ziraatı yapılmaktaydı. Bütün bu özellikleriyle tarımın şirketleşmesinin önünde engeldi, çünkü çiftçi, 1 dekar şeker pancarından elde ettiği geliri 4-5 dekar buğday ekerek elde edebilmekteydi. Şeker pancarı, tarıma oluşturduğu bu dayanaklar sayesinde, hayvan yetiştiriciliği ile bitkisel üretimin birlikte yapıldığı işin adı olan tarımın, doğal yollarla yaşayabilmesine olanak sağlamakta, küçük aile çiftçiliğin sürmesine destek olmaktaydı.
Şeker pancarının bir başka önemli özelliği istihdam yaratmasıydı. Ekim sahalarında yüzde 40 oranında işgücü değerlendirilmekteydi. Şeker pancarı tarımı buğdaya göre 18 kat, ayçiçeğine göre 4.4 daha fazla istihdam yaratır, yan ürünleriyle de süt ve et hayvancılığını teşvik eder.9
Şeker Yasası sonrasında,
- Pancar üreticileri yaklaşık 2 milyon dekar arazide artık pancar ekemiyor,
- 175 bin üretici üretim dışına çıkarıldı,
- 200 bin büyükbaş hayvanın yaş küspe ihtiyacı karşılanamıyor,
- şeker fabrikalarında çalışan işçiler işlerinden ve aşından oluyor,
- 18 milyon ton olan şeker pancarı üretimi geriledi,
- ekolojik denge azalan şeker pancarı üretimi oranında bozuldu, çünkü bir dekar şeker pancarının sağladığı oksijen üç dekar çam ormanına eşittir.10
Sadece şeker pancarı üretimine getirilen yüzde 10’luk kota bu kadar yoksulluğa ve işsizliğe neden oldu. Yasayla nişasta bazlı şeker (NBŞ) kotalarının yüzde 50 artışı veya eksiltme yetkisi Bakanlar Kurulu’na verildi. Bakanlar Kurulu bu yetkiye sahip olduğundan bu yana NBŞ kotasını hep yüzde 50 arttırdı. NBŞ kotasının arttırılmasıyla,11
- NBŞ üretimi 117 bin ton arttı, pancar şekeri üretimi 117 bin ton düştü,
- kg. başına 12 TL katma değer yaratan pancar şekeri yerine NBŞ kullanıldığında, 50 kuruşluk kâr için 11,5 TL katma değer kaybedildi, yılda 1 milyon 345,5 TL’lik katma değer kaybı yaşandı,
- pancar üretiminde 850 bin ile 1 milyon ton kayıp oldu,
- 60 bin çiftçi ailesi pancar üretimi yapmaktan alıkondu,
- 400 bin dönüm arpaya eşdeğer yem üretimi ve nakliye sektöründe 2 milyon ton iş hacmi kaybına neden olundu,
- NBŞ kotası yüzde 50 arttırılmasa 5 adet NBŞ üreticisi şirket 150 milyon TL kârdan olacaktı. Türkiye binlerce çiftçisiyle birlikte 250 milyon ilave katma değerini kaybetti.
Tütün Yasası: DSP-MHP-ANAP çiftçiliği ortadan kaldıracak, şirket tarımcılarına avantaj sağlayacak, tütün üreticilerinin yıkımına neden olacak, üzüm üreticilerini derinden etkileyecek olan Tütün Yasasını çıkararak yola devam etti.
Tütün, küçük aile çiftçileri tarafından yapılan bir faaliyettir: Tütüncü aile 14 aya yayılan zaman diliminde toprağı 3-4 kez işler. Yoğun ve incelik isteyen bir emek sonucu ekonomik değeri yüksek ürün elde eder. Tütünü tütün makinesi ve traktörü olmayan yoksul çiftçiler de ekebilir, ailesiyle birlikte çalışabilir.
Kanun çıkarıldığında Türkiye’de sigara tüketimi 168 bin tondu. Bu da 8.4 milyar paket sigara demekti. Yasanın çıkarıldığı dönemde bir paket sigaranın ortalama fiyatını 1 milyon kabul edersek, sigara pazarının değeri 8.4 katrilyon liraydı. Bunun yaklaşık 6 katrilyonu vergidir. Bu hacimdeki büyük pazar küresel tütün ve sigara şirketlerinin iştahını kabartıyordu. Türkiye’de 2000 yılı itibarıyla 200-220 bin ton tütün üretilmekteydi. Tüketim ise 170 bin tondu. 110 bin ton da ihracat yaptığımız hesaba katıldığında, Türkiye’nin ihtiyacı 280 bin tondu.12
Muhalefetteyken Tekel’in özelleştirilmesine karşı politika yürütenler iktidar olduklarında “ülkemizde tütün yakılmaktadır” ifadesini dillerine pelesenk edip özelleştirme için kamuoyu oluşturma çabasına girdiler.
Pazar hacmi ve devlet kasasına sağladığı gelirin yanı sıra, şark tütünü daha az verimli ve meyilli arazilerde yetişiyor. Onun yetiştiği yerde çiftçinin başka ürün ikame etmesi mümkün değil. Bu arazilerde ekim yapılamayacağından yağmur ve rüzgâr erozyonuyla toprak tabakası kaybolacak, verimli topraklar akacak, verimsiz kaya tabakaları kalacak. Toprak üretim dışı kalacak, doğa tahrip olacak. Bunların hepsinin bilinmesine karşın dış güdümlü politikacılar buna aldırmadılar. Yasanın çıkarıldığı dönemde Türkiye’de 5001 köyde tütün ekimi yapılırken tütün üreticisi aile sayısı ise 575.796 idi,13 çoğunluğu tütün üretemeyerek kentlere göç etmek zorunda kaldı. Çiftçiler üretemez duruma geldikten sonra, tütün fabrikasının işçileri de işsiz kalacaktı.
Yabancı sigara üreticilerinin nikotinin bağımlılık yapıcı etkisini arttıran ve insan sağlığına zararlı, ölümcül hastalıklara yol açan katkı maddelerinin kullanıldığı kendilerince de ikrar etmiş olan ürünlerinin piyasaya hâkim olacağı bilindiği halde buna da aldırılmadı.
Kısacası, ülke ekonomisinin, toprak ve doğanın, çiftçilerin, işçilerin ve insan sağlığının zarar göreceğini, küresel sigara şirketlerinin kazanacağını bilerek çıkardılar bu yasayı.
Tütün Yasası sonrasında,
- küresel sigara şirketleri tütün ve sigara işini ele geçirme emellerine kavuştu,
- Tekel tütünde destekleme fiyatı ve alımı yapmaktan çıkarıldı. Tekel’e bağlı suma fabrikaları, üzüm üreticisinin üzümlerini artık almıyor,
- yaklaşık 583 bin olan tütün üreticisi sayısı 2010’larda 50.685’e geriledi,14
- 2000’de 234 bin hektarda tütün üretiliyordu, 2011’de tütün üretim alanı 40-50 bin hektara geriledi,15
- 2000’de 208 bin ton tütün üretilirken 2010’da 53.018 ton tütün elde edildi,16
- Tekel alımda olsaydı, tütünün kilo fiyatı 40 TL’den aşağı olmayacaktı, şu anda tütünün kilosu ortalama 12.5 TL’ye bile ulaşmıyor.17
Uygulanan bu politikalarla üreticiler ve köylülerle devletin bağı koparıldıktan sonra sıra, çiftçilerin örgütleriyle bağını koparmaya gelmişti.
Çiftçilerin örgütleriyle bağının koparılması aşaması: DSP-MHP-ANAP Koalisyonu, IMF ve DB’nin isteğiyle şirketlerin egemenliğini sağlamak için 4572 sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Yasası’nı (TSKB) çıkardı.18
Bu yasa ile
- birlik yönetimlerinin üzerinde üst bir yetkiyle donatılan Yeniden Yapılandırma Kurulları (YYK) oluşturuldu. Kooperatif arsalarının satılması, işçilerin işine son verilmesi, entegre tesislerin şirketlere dönüştürülmesinde YYK belirleyici hale getirildi;
- kooperatiflere ait fabrikaların üç yıl içerisinde şirketlere dönüştürülmesi öngörülerek Birlik fabrikalarının özelleştirilmesinin önü açıldı. Ürün bazında kurulu kooperatiflerin, entegre tesislerinin şirketleştirilmesiyle bu ürünler de şirketlerin belirleyiciliğine girmiş oldu;
- birliklerin devlet veya diğer kamu finans kurum ve kuruluşlarından malî destek almasına ve devlet bankalarından kredi sağlamasına engel konuldu;
- birliklere banka kurma yasağı getirildi.
Üreticilerin birlikleriyle-örgütleriyle bağının koparılması bu yasayla başarıldı. Şimdi sıra “çiftçileri çiftçilikten çıkarma” aşamasına gelmişti.
Bu aşamayı incelemeye geçmeden önce kronolojik bir geri dönüş gerekli: Sosyalist sol ve Kürt hareketi dışında Türkiye’de temsil edilen her siyasal hareketin ve partinin hükümetlerde, dolayısıyla da ekonomik yıkım politikalarında pay sahibi olduğunu görmüştük. Hayvancılığın halledilmesi de Doğru Yol Partisi (DYP) ile Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP, sonradan CHP) koalisyonuna havale edilmişti.
Hayvan varlığının tahribi: Önce Süleyman Demirel, onun Cumhurbaşkanlığına geçmesiyle de Tansu Çiller başbakanlığındaki DYP-SHP Hükümetleri (Mayıs 1991- Ekim 1995) hayvancılığı düzenleyen kurumların tasfiyesini üstlendi. Bu doğrultuda Et ve Balık Kurumu (EBK), Yem Sanayi (YEMSAN) ve Süt Endüstrisi Kurumu (SEK) özelleştirildi. Bu kurumları alan şirketler ilk iş olarak yem fiyatlarını arttırdı, SEK’i alan şirketlerse süt fiyatını düşürdüler. Hayvan yetiştiricisi çiftçiler de hayvanlarını ellerinden çıkarmak zorunda kaldı. Hayvanlarından yoksun bırakılan çiftçinin hayatına bu kez kredi kartlarıyla bankalar girdi. Çiftçilerin kara günlerde satacakları danaları, koyunları kalmayınca kredi kartlarına yüklendiler. Düzenli kazançları olmadığı için kredi ödemelerini gününde yapamadılar, bindirilen faizler nedeniyle kartopu gibi büyüyen borçlarını ödeyemez oldular; önce traktörleri haciz edildi, sonra da, topraklarını kaybetmeye başladılar. Tarımda tahribat, hayvancılık sektöründeki özelleştirmelerle hız kazandı, tespih taneleri gibi dağıldılar.
EBK, SEK ve YEM SANAYİ özelleştirilmeden önce, 1980’de 87 milyona ulaşan19 hayvan sayısı 2009’da 37.7 milyona geriledi.20 Türkiye hayvansal ürünlerde ihracatçı konumdan ithalatçı konuma getirildi. En önemlisi de, bitkisel üretimle hayvan yetiştiriciliğini bir arada yapan küçük aile çiftçileri, ürettikleri bitkilerle hayvanlarını beslerken, hayvan gübrelerini de toprağa saçarak hem ekolojik bozulmayı bir ölçüde önlüyor hem de şirket tarımcılığına karşı kendilerini savunabiliyordu. Hayvancılık alanındaki özelleştirmeler, küçük aile çiftçiliği uğraşındaki köylülerin üretim girdisi üreten ve pazarlayan şirketlere karşı direncini kırdı. Kimyasala dayalı üretilen ürünler besin değeri bakımından fakirleşti. İlaç kalıntısı nedeniyle sağlık için risk oluşmaya başladı. Sadullah Usumi bu durumu şöyle anlatıyor:21 “Piyasalarda rekabet ortamı yaratan SEK devletin elinden çıkınca süt alım fiyatlarını sanayiciler tespit etmeye başladı. SEK satılmadan önce üreticilerin 18 bin liraya satabildiği sütlerin fiyatları üç beş ay içinde 12 bin liraya düşürüldü. Et piyasalarında denetim kalmadı. Üreticilerden ucuz fiyatlarla alınan et ve süt ürünleri tüketiciye yüksek fiyatlarla satıldı. Süt alım fiyatları sürekli düşürülürken, peynir, tereyağı, yoğurt gibi ürünler zamlandı.1995’te süt fiyatları 12 bin lira iken, kilo başına destek 3 bin liraydı; süt bedellerinin dörtte biri. 1998’de süt alım fiyatları 85 liraya çıktı. Buna karşılık devlet desteği 3 bin liradan sadece 5 bin liraya çıktı. Süt bedelinin 16’ da biri… Bu arada yem fiyatları bir yılda 60 bin liraya tırmandı… Böylece süt üreticilerinin gelirleri azalırken, giderlerinden büyük artış oldu.”
Çiftçilerin çiftçilikten çıkarılma aşaması: Bilindiği üzere, tohum bitkisel üretimin ve gıda zincirinin ilk halkasıdır. Tarım tohumun bulunmasıyla başlamıştır. Tohum olmazsa tarım ve gıda olmaz. Toprağa gübre (organik-kimyasal) saçmazsanız, bitkiye ve böceğe ilaç atmazsanız az da olsa bir miktar ürün alabilirsiniz. Ama toprağa tohum saçmazsanız ürün elde edemezsiniz. Bu nedenle üretici köylüler ve tüketiciler için tohum yaşamla eş anlamlıdır.
Şirketlerin en büyük hayali de, çiftçiyi/köylüyü kendine bağımlı kılmak için tohumu ele geçirmektir. AKP Hükümetinin 2006’da çıkardığı 5553 Sayılı Tohumculuk Yasası22 ile kamuya tohum alanından el çektirilmesi ve çiftçilerin ürettikleri tohumlarına sadece değiş tokuş hakkı tanınması, satışlarının engellenmesiyle meydan tohum şirketlerine bırakıldı. Tohumculuk Kanunu’nun çıkarılmasında IMF, DB ve AB’nin etkisi büyüktür.
Tohumculuk yasasıyla,
- yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilerek çiftçilerin ürettiği tohumları satmalarına engel getirildi, tohumun sadece parasız değiş tokuşuna izin verildi;
- devlet-kamu tohum üretim alanının dışına çıkarıldı, tohumun sertifikalandırılması, ticaret ve denetimini şirketlere bırakıldı;
- şirketlerle çiftçiler arasındaki anlaşmazlıklarda devlet değil, tohum şirketlerinin oluşturduğu Tohumcular Birliği yetkili kılındı.
Yasa çiftçileri ihtiyaçları olan tohumu şirketlerden karşılamaya mecbur bıraktı. Oysa kendi ürettiği üründen tohumunu ayırabilene çiftçi denir. Tohumculuk Yasası’yla çiftçilerin çiftçilikle bağı koparıldı! Tarımda uygulanan IMF-DB yaptırımlarına, DTÖ normlarının yanı sıra, 3 Ekim 2003’ten itibaren Türkiye’nin AB’ye aday üye olması nedeniyle, AB Ortak Tarım Politikası (OTP) müzakereleri de eklendi.
Şirketlerin tarımda egemen kılınması
Hükümetler şirket yanlısı dış güdümlü politikalarıyla, çiftçilerin tasfiyesinde belli bir aşamaya geldiler. Şimdi sıra, şirketleri tarım ve gıdada tam egemen kılmaya gelmiştir. Bu amaçla çıkarılan kanunlar:
Tarımsal Üretici Birlikleri Yasası:23 Şirketlerin karşısında örgütsüz bırakılan çiftçiler örgütlensin diye yasa çıkarıyoruz yanılsaması yaratmak için çıkarılan Tarımsal Üretici Birlikleri Yasası ile esasında çiftçilerin birlikte davranmaları engellenmektedir. Çünkü bu yasa,
- Birlik üyelerinin kolektif üretim yapmasını engelliyor,
- tüm üyelerin birliklere ortak olmasını, ancak birliklerin üyelerinin ürettiği ürünleri işleyebilecek sanayi tesisleri kurmasını önlüyor,
- birliklerin üreticilerin kullandıkları girdilerin (ilaç, gübre vb.) iç veya dış piyasadan toptan alıp üreticilere dağıtmasını engelliyor,
- üretici-tüketici ilişkisini kurup aracıları ortadan kaldırmayı sağlayamıyor,
-birliklerin çiftçiler adına tek tek olmak kaydıyla sözleşme imzalayabilmesini, ancak tüm üyeleri adına sözleşme imzalamasını yasaklıyor.
-birliklerin gelirlerinden üyelerine pay dağıtılması engelliyor,
-birliklere tarımla ilgili olan ve onaylanmış uluslararası sözleşmeleri aynen kabul etme ve gereğini yapma zorunluluğu getiriyor.
Bu yasanın üreticilerin birliğini tesis etmek üzere değil, dağıtmak maksadıyla çıkarıldığı açıktır.
Tarım Ürünleri Lisanslı Depoculuk Yasası:24 Lisanslı Depoculuk Yasası ABD’den örnek alınmış bir yasadır. Ancak, doğru kopyalanmamıştır. Türkiye’de çıkarılan yasa ABD’deki uygulanmasından farklıdır: ABD’deki Lisanslı Depoculuk Kurumu çiftçinin/tarım şirketlerinin sorununu çözmeye ve çiftçiye kazandırmaya göre oluşturulmuştur, çünkü sıfır faize yakın kredi destekli, depo kirası yoktur. AKP Hükümeti’nin çıkardığı Lisanslı Depoculuk Yasası ise çiftçinin sorununu çözmeye değil, şirketlere kazandırmaya göre oluşturulmuştur. Ürüne karşılık çiftçiye ucuz kredi desteği yok, depo kirası var. Bu yasa, depolarda ürünlerini bekletme gücüne sahip toprak ağalarıyla şirketlerin yararına, küçük ve orta ölçekli çiftçilerin zararınadır.
Organik Tarım Yasası:25 Organik tarım sertifikası nasıl ürünlerin organik olduğuna dair belge ise, Organik Tarım Yasası da tarımın şirketlere devredilmesinin belgesidir. Şöyle ki; yasa organik tarım sertifikasını verme yetkisini devlet kuruluşlarına değil, çiftçilere para karşılığında hizmet verecek olan şirketlere vermiştir.
Tarım Sigortası Yasası:26 Tarım Sigortası Yasası, mevzuatı çiftçileri değil, sigorta şirketlerini gözetecek, daha da zenginleştirecek şekilde düzenlemiştir. Yasayla çiftçilerin ödeyeceği sigorta priminin yüzde 50’sinin devlet tarafından karşılanması öngörülmüş, fakat yasa bu öngörüyle çıktıktan sonra sigorta şirketleri prim oranlarını devletin çiftçilere vereceği teşvik oranında yükseltmiştir.
Tarım Kanunu:27 Çiftçilere gayri safi millî hasılanın yüzde 1’inin altında destekleme yapılmayacağı kanun maddesi haline getirilmiş, daha ilk yıldan itibaren, çiftçilere verilen destekler her yıl yüzde 1’in altında kalmıştır.28
Ziraat Odaları Kanunu:29 Ziraat Odaları’na üyelik aidatlarını arttırma yetkisi gibi “ufak tefek”, “ağza bir parmak bal çalma” misali kazanımlar sağlandı. AKP hükümetinin çiftçiler aleyhine, şirketler lehine çıkardığı yasalara Oda’nın sesiz kalmasını çiftçiler Oda’ya sağlanan “bir parmak bala” yormaktadır. Ziraat Odaları Kanunu, çiftçiler ile Ziraat Odası’nın zaten sıcak olmayan ilişkilerinin daha fazla soğumasına neden olmuştur.
Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu:30 Birinci sınıf tarım arazisi üzerine izinsiz kurulmuş olan sanayicilere af getirmenin ötesinde bir işlevi olmamıştır.
Hal Yasası:31 Eski hal yasası da yeni hal yasası da üretimden pazara kadar uzanan sürece çiftçileri değil, şirketleri egemen kılıyor. Çiftçilerin bin bir güçlükle yetiştirdiği ürünlere hallerde yok pahasına el konuyor. Çiftçilerin katma değerden yararlanmaları Hal Yasası’yla engelleniyor. Düzenlemeler çiftçilerin ürettiği ürünlerin katma değerini arttırmıyor. Aracılara kazandırıyor.
Yeni yasa ile belediyelere halleri devretme yetkisi de verildi, belediyeler isterlerse halleri özelleştirilebilecek. Hallerin özelleştirilmesi halinde, ürünün fiyatını üretici/çiftçi değil, satın alacak olan halin sahibi şirket belirleyecek. Hem de tek başına! Belediyelerin haftada bir gün üretici köylülerin ürünlerini getirip satabilecekleri pazar yeri sağlaması öngörülüyor. Buna da belediyeler zorunlu tutulmuyor.
Bundan sonra, bildik aracılardan çok daha büyük tarım ve gıda şirketleri pazara egemen olacak, pazarlarda köylülere yüzde 20 tezgâh yeri verecek.
Ulusal Biyogüvenlik Yasası32: Şirketlerin isteğiyle Ulusal Biyogüvenlik Yasası çıkarıldı. Halbuki, Ulusal Biyogüvenlik Yasası doğa için Anayasa niteliğindedir. Çıkarılan yasayla hayvan besleme amaçlı GDO’lu yem ithalatına izin verildi. Hayvan yemi olarak kullanılacak olan taneli yemlerin, örneğin GDO’lu mısırın çiftçiler tarafından tohum olarak kullanılmasını engellemek zordur. Hayvanların yeminde kullanılan GDO’lu tohumların hepsini çiğneyemeyeceği için bir kısmının gübrelerle birlikte toprakla buluşma riski vardır. Ayrıca, çocuk maması hariç, GDO’lu ürünlerle gıda üretmek serbest bırakıldı.
Büyükşehir-Bütünşehir Yasası:33 Hükümet 13 yeni büyükşehir kurulmasına ilişkin kanun çıkardı. Kanuna göre, 16 bin 200 köy mahalleye dönüşürken 1591 belde kapatılıyor. Beldeler sosyal, ekonomik ve kültürel yapılarıyla aslında köydür. Mahalleye dönüştürülecek köylerle birlikte düşünüldüğünde, yaklaşık 20 bine yakın köy tasfiye edilecek. Toplam köy sayısı ise 34.500’dür. Bir başka ifadeyle, köylerin yüzde 47’si halka sorulmadan ortadan kaldırılıyor. Kanunla nüfusun yüzde 75’i (56 milyon kişi) şehirli yapılıyor. Kanunun gerekçesinde “etkin, etkili, vatandaş odaklı, katılımcı, saydam ve olabildiğince yerel bir yönetim anlayışı” vurgulanıyor. Gerçekse, AB’nin “kırsal nüfusu yüzde 8-10 civarına indirin” talebinin yerine getirilmesinin yanında kırsalın rantçılara açılması ve sermayenin yeni birikim alanı olarak görülmesidir. Kırsal alanda yapılacak enerji santralleri (HES’ler, termik santraller, rüzgâr enerjisi santralleri-RES’ler ve güneş enerji santralleri-GES’ler) için yetkiyi merkezde toplamak ve böylece hukuka çalım atarak muhalefeti devre dışı bırakmaktır. Türkiye’deki köylerin yarısını köylükten çıkaracak olan bu yasayla köylülerin, ekonomik, sosyal, siyasal ve en önemlisi de kültürel hakları ile birlikte üretme hakları ellerinden alınmış olacak:
- Tarım ve hayvancılıkla uğraşan, suyu bedava kullanan, vergi muafiyetine sahip köyler belediye sınırlarına alındıktan sonra bu haklarını kaybedecek, köylü için hayat daha pahalı hale gelecek. Yeni alanlarda yasalar gereği hayvancılık yapılamayacağından insanların iktisadî faaliyeti kısıtlanacak, kültürel yaşamları erozyona uğrayacak.
- Tarıma ve gıdaya şirketlerin egemen olması için küçük ve orta ölçeğe sahip çiftçilerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. AB’nin talebi de tarımda köylü nüfusunun yüzde 10’un altına düşürülmesidir. Üretici köylü olan çiftçileri tasfiye eden bu yasayla küresel tarım ve gıda şirketlerinin taleplerine yanıt verilmiş oluyor.
- Kente dahil edilecek köy arazileri kıymetlenecek, ancak bu ranttan köylü herhangi bir pay alamayacaktır. Üstelik, başka yer gösterilerek veya kamulaştırma yoluyla köylerinden sürülebilecek, yaşam alanı üzerindeki haklarını kaybedebileceklerdir.
- Beldelerde ve köylerde yaşayan halka sormadan bu yönetim birimlerinin tüzel kişiliklerini kaldırmak demokratik değildir. AKP’nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Menderes Türel: “Avrupa Konseyi’nde (AK) 1989’da imzaladığımız Yerel Yönetim Özerklik şartnamesi gereğince yapılması gerekenleri daha yeni yapabiliyoruz” diyor. Evet, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na imza atan ilk ülkelerden biri Türkiye’dir. Ancak, bu Şart hizmetin halka en yakın yönetim birimlerince verilmesi ilkesine dayanır. Köyler ve belde belediyeleri halkın yönetime ulaşması ve katılması bakımından en uygun yönetimlerdir. Belde belediyelerinin, dolayısıyla yerel halkın yönetim/yönetme yetkisini ortadan kaldırmak yanlıştır, yapılması gereken buraları idarî ve malî açıdan güçlendirmektir. Ayrıca, yerleşim yeri sınırları içinde yaşayanların ortak sorunlarının nasıl çözüleceğine, o sınırlar içinde yaşayanların karar vermesi en doğru ve demokratik olan yöntemdir.
- Toplumsal açıdan, bu kanun köylü ve özellikle küçük üreticiler için yıkıcı sonuçlar doğuracaktır.
- Siyasî bakımdan ise köylü, işçi, memur ve küçük üretici, küçük esnaf katılımcı demokrasiden tamamen uzaklaştırılacak, küresel ve ulusal büyük sermaye ile rantiyeler güçlendirilecektir.
Özetle, kanun demokratik değil, kâra odaklı bir yönetim modeli, çiftçiliği ortadan kaldıracak, tarım ve gıdaya şirketleri egemen kılacak antidemokratik bir toplum tahayyülüdür.
Havza bazlı model ve desteklemeler: Azaltılan desteklerin büyük çiftçilerle şirket tarımcılığı yapan kapitalistlere aktarılması için 2010’dan itibaren “havza bazlı üretim ve destekleme modeli”ne geçildiği ilan edildi. Bu modelde, iklim, topografya ve toprak verileri dikkate alınarak Türkiye 30 havzaya bölündü, ekolojik olarak benzer bölgelerden oluşan bu havzalarda küçük ve orta çiftçilerin tasfiye edilmesi öngörülüyor.
Türkiye çiftçisinin asıl sorunu, maliyetlerin yüksek olmasına neden olan girdi fiyatlarının yüksekliğiyken bu modelde girdilerin (gübre, tohum, ilaç, su, mazot) sübvanse edileceği söylenmiyor; girdilerdeki vergiler kaldırılmıyor, düşürülmüyor.
Model belli ölçekteki tarlanın ve belli sayıdaki hayvanın altında tarla ve hayvana sahip olan çiftçilere destek verilmemesini öngörüyor; yani, desteklerin şirketlere ve büyük toprak sahiplerine aktarılması maksadıyla hazırlandığı aşikâr.
Yönetmelikler
Kanunların yetişmediği yerlerde yönetmeliklerle şirketlere ön açıcılık yapılıyor. Toprak Mahsulleri Ofisi Hububat Alım Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği bu konuda en çarpıcı örnektir.34 AKP Hükümeti yönetmeliklerle küçük çiftçilerin ürünlerini TMO’ya satmalarına engel oluyor; ürünlerini piyasada satmaya zorluyor. Hububat Alım Satış Alım Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği’ne göre ekmeklik buğday, arpa, çavdar, tritikale, yulaf ve mısır için asgari alım miktarı, 2009’dan başlayıp 2018’e kadar kademelendiriliyor. 2010’da 3 ton, 2011’de 5 ton, 2012’de 10 ton, 2013’te 15 ton, 2014’te 25 ton, 2015’te 40 ton, 2016’da 60 ton, 2017-2018’de 80 tondan az ekmeklik buğday, arpa, çavdar, yulaf ve mısır üreten üretici ürününü TMO’ya satamayacak. Benzer asgarî miktar sınırı makarnalık buğday ve çeltik/pirince de getiriliyor.
Zeytinciliğin Islahı, Yabanilerin Aşılattırılmasına Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair: Yönetmelik:35 Zeytin ve zeytinden elde edilen gıdalar çevreye zararlı hiçbir atık bırakmaz. Zeytinlikler her dem yeşildir, bu özellikleriyle önemli bir karbondioksit yutak ve oksijen üretim alanıdır. Barışın ve sağlığın simgesi olan zeytin ağaçları da neoliberal saldırılarla karşı karşıya. Zeytinlikler, onları ortadan kaldıracak maden aramalarına açılmak isteniyor. Fakat 3573 sayılı yasa buna engel olduğu için yönetmelik çıkarılarak arkasından dolanma yoluna gidiliyor. 3573 sayılı yasa şöyle diyor: “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin vegatatif ve generatif gelişmesine mani olacak kimyevî atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytin fabrikaları ile küçük ölçekli tarımsal sanayi işletmeleri yapımı ve işletmesi Tarım ve Köyişleri Bakanlığının iznine bağlıdır. Zeytincilik sahaları daraltılamaz.”
Yasanın ruhuna aykırı olarak çıkarılan yönetmelik 25 dekarın altındaki sahaları zeytinlik olmaktan çıkararak zeytinlikleri kirletici şirketlerin talanına açıyor. Türkiye’deki zeytinliklerin ortalama büyüklüğü 12 dekardır. Bu yönetmelikle zeytinliklerin yüzde 70’i yok sayılıyor. Başka bir deyişle, bu alanları enerji, maden, gaz ve petrol şirketleri dileğince talan edebilecek.
Değiştirilen 23. Madde şöyle: “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az üç kilometre mesafede zeytin ağaçlarının bitkisel gelişimini ve çoğalmalarını engelleyecek kimyevî atık, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez. Bu alanlarda yapılacak zeytinyağı fabrikaları ile küçük ölçekli tarımsal işletmelerin yapımı ve işletilmesi Gıda, Tarım ve hayvancılık Bakanlığı’nın iznine bağlıdır. Ancak; alternatif alan bulunmaması ve Çevresel Etki Değerlendirme Raporu’na (ÇED) uygun olması, bitkilerin vegetatif ve generatif gelişimine zarar vermeyeceği Bakanlık araştırma enstitüleri veya üniversiteler tarafından belirlenmesi durumunda,
a) Jeotermal kaynaklı teknolojik sera yatırımları, b) Bakanlıklarca kamu kararı alınmış plan ve yatırımlar, c) Yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretim tesisleri, d) İlgili Bakanlıkça kamu kararı alınmış madencilik faaliyetleri petrol ve doğal gaz arama ve işletme faaliyetleri, e) Savunmaya yönelik stratejik ihtiyaçlar için yukarıda belirtilen faaliyetlerde bulunmak isteyenler, ilgili bakanlıkların onaylı belgeleriyle mahallin en büyük mülkî amirine başvurur…”
Yasayı değiştir(e)meyenler yönetmelikle hukukun arkasından dolanıyor. Zeytinlikler kirlilik yaratacak maden, kirli enerji ve gaz aramaları yapan şirketlerin kâr hırsına feda ediliyor.
Kanun Hükmünde Kararnameler
Yasalar ve yönetmeliklerden sonra, köylülerin tepkisine neden olabilecek konular şirketler lehine çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) TBMM ve kamuoyunda tartıştırılmadan bir tür “kaçak” yolla uygulamaya kondu.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığının,36 Orman ve Su İşleri Bakanlığının37 ve Tarım ve Gıda Hayvancılık Bakanlığının38 yetkileri KHK ile yeniden belirlendi ve tüm canlılara ait olan doğal alanların her türlü kullanım hakkı sermayeye devredildi.
Meslek odaları ve sivil toplum örgütlerinin hukukî mücadeleyle büyük başarılar elde ettikleri kültür ve tabiat varlıklarının korunmasına yönelik konular, KHK’lerle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görevleri yetki alanında sayıldı. Böylece, kamuoyunda büyük tartışma yaratan konularla ilgili işlemlerin kapalı kapılar ardında yürütülmesine olanak tanındı.39
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı isminden “Köyişleri” çıkarıldı, yerine “Gıda ve Hayvancılık” kondu.40
Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapıldığı işin adı olan tarımdan hayvancılık kelimesinin ayıklanarak bakanlık adına eklenmesi tarımın şirketleştirilmesinin alenîleştirilmesinden başka bir anlam taşımıyor. Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapılabilmesi, çıktılarının birbirine kullanılabilmesini sağladığından çiftçileri üretim girdilerinde şirketlere bağımlıktan kurtarıyordu. Bitkisel üretim ile hayvancılığın birbirinden ayrılması şirketleri temin edici olarak devreye soktu. Çiftçi ile doğa birlikte, şirketler tarafından acımasız bir sömürüye tâbi tutuldu. Gıdanın besin değeri düştü, ayrıca sağlıksız üretim girdileriyle elde edilen gıdalar sağlıksız olduğundan insan sağlığı risk altına girdi.
Bir başka olumsuzluk da şudur: Mevcut bakanlığın görev ve yetki alanında olan, fakat yıllardan bu yana zaten fiilî olarak yapılmayan -daha doğrusu IMF ve DB tarafından yaptırılmayan- tarımsal yayım, eğiticilik, öğreticilik ve öncülük ile üretim ve denetim gibi alanlar bu yasayla özelleştirilebilecek. Bakanlık sadece gıda konusunda şirketlerin ithalat ve ihracat işlerini yürütmede/denetlemede ve kolaylaştırmada görevlendirilmiş oldu. Bunlara karşı mücadele edenler ise medya kullanılarak suçlu gösterilme, tutuklama, asker ve polisle baskı ve şiddet uygulama yoluyla yıldırılmaya çalışılmaktadır.
KHK’ler ile tarım arazileri ve hayvan yetiştiricileri için bedava yem ve sağlıklı hayvansal ürün elde etme kaynağı meralar sermayenin talanına açıldı. Bu konuda Ziraat Mühendisleri Odası’nın eleştirel katkısı şöyle:“17.8.2011 tarih ve 648 sayılı KHK ile ‘Köy yerleşik alan sınırı içerisinde Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu hükümleri uygulanmaz’ hükmü getirildi. Köylerde yapılacak yapılarla ilgili olarak daha önce sadece köy nüfusuna kayıtlı ve köyde sürekli oturanlar için sağlanan istisnaların herkese tanınması, tarım arazilerinin hızlı bir şekilde tahribine yol açacak uygulamaların başlangıcını oluşturacaktır. Özellikle kıyı şeridindeki köy yerleşim alanları ve çevreleri tarım arazilerinin özellikleri dikkate alınmaksızın tümüyle ranta açılacak; nitelikli tarım arazilerinin üzerine serbestçe lüks konutlar ve turistik tesisler yapılacak, mera, yaylak ve kışlaklar hayvancılık amacı dışında kiralanıp yapılaşmaya açılacak ve beton yığınlarına dönüşecektir. Bedava yem kaynağı meralarını amacı dışında kullanarak beton yığınına çeviren Türkiye ucuz et için yurtdışından canlı hayvan ve et ithalatına devam edecek.”41
Ayrıca şirketlerin lehine, çiftçi, tüketici ve ekoloji aleyhine olan Çay-Kanunu, Köy Kanunu, Bitki Koruma ve Biyoçeşitlilik Yasası Tasarıları da hazırlanmış durumda.
Sermaye birikimi yoluyla doğanın tahribi: Köylülüğün tahribinin ardından, sıra akarsuları ve çevresindeki toprakları şirketlere verecek çalışmalarla doğanın tahribine geldi. Acil Kamulaştırma Yasası ile köylülerin ortak malları şirketlerin yağmasına açıldı.
Türkiye’de yapımı tamamlanmış 172 adet hidroelektrik santral (HES) var. 148 HES’in inşaatı devam ederken, 2380 HES proje aşamasında. Bunların dışında 4000’in üzerinde mikro HES yapılacak ve mikro HES’erle bu sayı 6000’leri aşacak. Bu rakamlar büyük bir felaketin habercisi.
Ülkenin enerjiye ihtiyacı olduğu gerekçesiyle bu santraller kuruluyor. Bu gerekçe gerçek değil, çünkü kurulacak 2700’ün üzerindeki HES Türkiye elektriğinin ancak yüzde 2,5’ini karşılayabilecek. Esas itibarıyla, bu projelerle şirketler suya sahip olacak, çiftçilere ve herkese suyu satacaklar. Eğer isterlerse, çevredeki toprakları devlet şirketler için istimlak edecek!
Enerji elde etmek için su borular ve tünellerin içerisine alınınca su ile börtü böcek ve yaban hayatın ilişkisi kesilecek. Suya erişemeyen yaban hayat göç edeceğinden tarımın yaban hayatla bağı koparılacak. Ovada yılda iki ürün alan çiftçi, su boruya hapsedilince iki yılda bir ürün alacak. Düşen yağmur miktarı ve verimlilik azalacak. Ekolojik denge bozulacak. Doğa ve köylüler yoksullaşacak!
Büyük tarım, gıda ve ecza şirketleri ekonomi üzerinde olduğu kadar politikayı kontrol edebilecek güçte. Sahip oldukları güçle tarıma ve doğal varlıklara saldırıyorlar. Bu, köylülere ve doğaya karşı başlatılmış savaştan başka bir şey değil. Soygun ve talanı sadece endüstriyel tarım şirketleri yürütmüyor. Maden şirketleri, büyük barajlar, dağıtım piyasalarını kontrol edenler, kirletici sanayiciler, toprağı ve suyu üzerine geçirmeye çalışan toprak gaspçısı ve su korsanı şirketler de yapıyor. Şirketler, soygun ve talanlarını ancak hükümetlerin ön açıcılığıyla gerçekleştirebilirlerdi. Hükümetler bu konuda acil kamulaştırmalarla, kanuni düzenlemelerle yasal kılıflar hazırladılar. “Acele kamulaştırma” adı altında, şahıs arazilerine ve taşınmazlara şirketler el koymaya başladı. Böylece şirketler, HES, termik santral, nükleer santral yapmayı, maden çıkarma ve işleme tesisi kurmayı ve enerji nakil hatlarını geçirmeyi sağlayabildiler. Kamulaştırma Kanunu’nda istisnai olarak yer alan acele kamulaştırma yöntemiyle EPDK42 şahıslara ait yaşam ve geçim alanlarına el koydu.
Sonuçta, tarım, gıda, enerji ve ecza şirketlerinin çiftçiyi sömüren, ekolojiyi altüst eden, yaşamı riske sokan doğa ve yaşam alanlarına saldırısı tepki doğurdu. Kırsal alanda sermaye ile yoksul köylü karşı karşıya geldi / getirildi; sınıf mücadelesi ekolojik mücadele alanına sıçradı. Köylülerle birlikte hukukçular, bilim insanları, çevreci, ekolojist gruplar yaşamı savunmak için şirketler ve hükümete karşı mücadele için bir araya geldiler. Böylece, köylülerin, sermaye ve hükümet birlikteliğine karşı amansız mücadelesi biraz daha ivme kazanmaya başladı. Türkiye kırsalı saygıdeğer yeni bir mücadeleye tanık oluyor.
Dipnotlar
1 Bkz. Resmi Gazete, 8 Kasım 2006, sayı 26340.
2 Resmi Gazete, 13 Temmuz 1985, sayı 18810..
3 Resmî Gazete, 13 Haziran 1986, sayı 19133, (Mali Sektör İntibak Kredisi); 1 Temmuz 1987, sayı 19504 (Enerji Sektörü Uyum İkrazı).
4 Bkz. Resmi Gazete, 5 Ağustos 1984, sayı 18480 ve 9 Eylül 1992, sayı 21340.
5 Bkz. Resmi Gazete, 20 Ekim 1983, sayı 18197 ve 2 Ağustos 1989,sayı 20240
6 Bkz. Resmi Gazete, 25 Mayıs 1986, sayı 19117,Sulama ve Tarla içi Geliştirme Projesi; 27 Şubat 1998, sayı 23271 Sulama Yönetimi ve Yatırımlarında Katılımcı Özelleştirme Projesi.
7 Bkz. Resmi Gazete, 14 Haziran 2000, sayı 24079.
8 Bkz. Resmî Gazete,13 Temmuz 2001, sayı 24461.
9 Halkın tamamına yakınının çıkarına gibi görünen bu zincirin eksiklik barındırdığı zaman zaman toplumsal muhalefet güçleri tarafından dile getirildi. Aslında doğru olan, bu zincirin kamu-çiftçi örgütlülüğü (üretimden pazarlamaya kadar zincire egemenliğiyle)-tüketiciler şeklinde olmasıydı. Türkiye’de bu doğru zincirin oluşması için kamu cephesinden hiçbir çaba olmadı, ama engel hep vardı.
10 Abdullah Aysu, Tarladan Sofraya Tarım, Su Yayınları, İstanbul, 2002, s. 149-152-153.
11 Pankobirlik Dergisi; sayı:101, yıl 2011, s.42
12 “İşte Tatlandırıcı Gerçeği” broşürü; Şeker-İş Sendikası yayını.
13 Abdullah Aysu “Tarladan Sofraya Tarım” Su Yayınları, İstanbul, s.212-213, İstanbul
14 Abdullah Aysu “Tarladan Sofraya Tarım” Su Yayınları, İstanbul, s.211, İstanbul
15 Mustafa Seydioğulları; Sunum: “Tütün Piyasaları ve Talep Politikaları”, ekim 2012, Çeşme-İzmir. Kaynak: TEKEL ve TAPDK kayıtları.
16 Mustafa Seydioğulları; Sunum: “Tütün Piyasaları ve Talep Politikaları”, 17 Kaynak: Tütün Üreticileri Sendikası (Tütün-SEN) verileri-2012
18 Resmi Gazete, 16 Haziran 2000, sayı 24081
19 Sadullah Usumi; “75 Yılda Köylerden Şehirlere” 75 Yılda Hayvancılık: Gelişmeden Çöküşe s.42 Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, Şubat 199, İstanbul
20 Doç.Dr. Ertuğrul AKSOY; “Müjde Şimdi de Ot ve Saman İthal Edeceğiz”, Tarım ve Mühendislik Dergisi, s.21, sayı:99-100/2012
21 Sadullah Usumi; age, s.42
22 Bkz. Resmi Gazete, 8 Kasım 2006, sayı 26340.
23 Bkz. Resmi Gazete, 6 Temmuz 2004, sayı 25514.
24 Bkz. Resmi Gazete, 17 Şubat 2005, sayı 25730.
25 Bkz. Resmi Gazete, 13 Aralık 2004, sayı 25659.
26 Bkz. Resmi Gazete, 21 Haziran 2005, sayı 25852.
27 25.4.2006 tarih ve 26149 sayılı Resmi Gazete
28 Kaynak: TKB ve BÜMKO
29 R.Gazete : Tarih : 23/5/1957, Sayı : 9614
30 Resmi Gazete, 21 Temmuz 2005, sayı 25880.
31 26 .3.2010 tarih ve 27533 sayılı Resmi Gazete
32 26.3.2010 tarih ve 27533 sayılı Resmi Gazete
33 6 Aralık 2012 tarih, 6360 Sayılı Kanun, 11.12.2012 tarih 28489 Sayılı Resmi Gazete
34 Hububat Alım ve Satış Esaslarına İlişkin Uygulama Yönetmeliği. Kabul Tarihi: TMO Genel Müdürlüğü, 24.1.2008 ve 2/16–6 sayılı Yönetim Kurulu Kararı, Yürürlük Tarihi: 1.6.2009. Erişim Tarihi: 14.02.2010 http://www.tmo.gov.tr/tr/images/stories/dokuman/hububatalimesas.pdf
35 3 Nisan 2012 gün ve 28253 sayılı Resmi Gazete
36 Resmi Gazete: 17 Ağustos 2011 tarih 28028 sayı
37 Resmi Gazete:4 Temmuz 2011 tarih 27984 Sayı (mükerrer)
38 Resmi Gazete: 27 Ağustos 2011 tarih, 28038 sayılı
30 AKP’nin “Hülle” KHK’si, Meralar ve Tarım Arazilerini Yok Edecek! Tarım ve Mühendislik Dergisi,Sayı 96/2011, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Yayın Organı
40 3.6.2011 tarih ve 639 sayılı KHK’ile Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı kuruldu.
41 AKP’nin “Hülle” KHK’si, Meralar ve Tarım Arazilerini Yok Edecek! Tarım ve Mühendislik Dergisi,Sayı 96/2011, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Yayın Organı
42 14.9.2004’te, “… elektrik, doğalgaz ve petrol piyasalarının faaliyetlerinin gerektirdiği ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunca yapılacak kamulaştırma işlemlerinde 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27. Maddesinin uygulanacağı” yönünde tanınan yetki ile el koymaktadır.
-----------------------------------------------------------------
Abdullah Aysu
1954 Ankara doğumlu. Ankara’da çiftçilik yapan bir ailenin sekiz çocuğundan biridir. Beş yılı zirai öğrenim, yedi yılı tarım bakanlığı bünyesinde olmak üzere, 39 yıldır tarımla uğraşıyor. “Tarladan sofraya tarım”, “Avrupa Birliği ve tarım”, “Küreselleşme ve tarım”, “Türkiye’de tarım politikaları” ve “Brezilya topraksız kır işçileri” adlı kitapların yazarıdır. Dokuz yıl Türkiye Tarımcılar Vakfı Genel Başkanlığı görevinde bulundu, halen Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanlığı ve Avrupa Via Campesina (Avrupa Çiftçi Yolu) hareketinin Türkiye temsilciliğini yürütmektedir.

5 Eylül 2013 Perşembe

ORGANİK TARIMDA KOMPOST GÜBRE HAZIRLANIŞI VE YARARLARI

ORGANİK TARIMDA
KOMPOST GÜBRE HAZIRLANIŞI VE YARARLARI
Hamdi DAĞ & Başar NACIR
Biyokimyasal olarak ayrışabilir çok çeşitli organik maddelerin Organizmalar tarafından edilerek, uygulandığı topraklarda yararlı organizmaların çoğalması ve fonksiyonlarını sürdürmesi, toprak yapısında iyileşme, toprağın mineral besin maddesi içeriğine katkı, toprağın havalanması ve nem tutma kapasitesinde artış, ve toprağa uygulanan olmuş Ürünlere verilen isim olan kompost madenleştirmek stabilize Mikro ve Makro besin elementlerinden bitkinin daha iyi ve daha uzun sürelerde faydalanması gibi birçok yarar sağlamaktadır.
Kompostlaştırma uygulaması başlığı altında, çöp içerisindeki organik maddeler gözle görülmeyen mikroorganizmalar tarafından oksijen yardımı ile Biyokimyasal yollarla ayrıştırılmaktadır. Yetiştirdiğimiz Bitkiler için yapay Gübreler kullanmak yerine, basit yöntemlerle kendi bahçenizde Kompost Gübreler hazırlamak mümkündür. Bitkilerimizin sağlığı için çok yararlı olan bu işlemi gerçekleştirmek için ihtiyacınız olan malzemelerin çoğu genellikle evimizde daha önceden bulundurduğumuz şeyler olması, Kompost hazırlanmasını daha da kolay bir hale getiriyor.
Kompost hazırlamak için kullanılan malzemeler genel olarak iki sınıfa ayrılırlar. Azot içeriği fazla olan "yeşil malzemeler" arasında kesilmiş taze çim, taze sebze ve meyve kabukları ve artıkları, mutfak atiklari, yapraklar, ve taze çiftlik gübresi gelmektedir. Bunlara ek olarak "kahverengi malzemeler" karbon saglayan kuru maddelerden oluşur. Dal parçaları, ağaç kabukları, Talaş ve testere tozu, kuru yapraklar, gazete kağıdı ve saman gibi maddeler bu sınıfa aittirler. Bunların dışında kalan, et ve süt ürünleri, hayvan dışkısı, yağ ve yağlı yiyecek atiklari, Tıbbi Atıklar, hastalık içeren zararlı bitki atiklari, ve üzerinde tohum olan yabancı otlar komposta kesinlikle konulmaması gereken malzemeler arasında yer alır.
Peki Kompost nasıl yapılır? Kompostu oluşturmak için öncelikle bahçemizde bu iş için küçük bir alan ayırmamız gerekli. Belirlediğimiz alanda açacağımız tabanı toprak olan çukurun içerisine kat kat şeklinde konacak malzemelerin seçimine önem göstermeliyiz. Başarılı bir kompostun sırrı Karbon / azot oranın dengelemekten geçer. Yukarda bahsettiğimiz Yeşiller ve kahverengiler gruplarına ait malzemelerin karışımına ek olarak rutubet, hava, ve hacmin bir araya gelmesi ile Oluşan kompost, daha az gübre kullanımına ve yumuşak ve su tutan Gevşek bünyeli bir toprak elde etmemize yardımcı olur. Normalde Çevreyi kirletecek olan atıklarımızı Kompost yaparak değerlendirerek Doğayı ve Çevreyi yaşadığımız bunlardan korumuş oluruz.
Kompost hazırlanışında önemli olan çürümenin hızlı bir şekilde gerçekleşmesi için, kullanılan malzemenin boyutlarının küçük olması gerekmektedir. Kompostun oluşumunda gerekli olan nemi sağlamak için fıskiyeli hortum veya süzgeçli kova yardımı ile ıslanma gerçekleştirilebilir. Kompostlaşma havalı ortamda gerçekleştiği için hazırladığımız yığını ara sıra havalandırmak çürümeyi hızlandırır. Komposta ne kadar çok değişik kaynaktan malzeme girerse Ürüne katkının fazlalaştığını ve besin içeriğinın arttığını aklımızda bulundurarak, elimizdeki son ürünün yetiştiricilik hedefimize uygun olmasına dikkat etmeliyiz.
Ülkemizde Bahçe her türlü ekilebilir alanın yaygın olması nedeniyle kompost hazırlanması ve hem kolay, hem çevreye yararlı, hem de atıklarımızı iyi şekilde değerlendirdiğinden ve toprağın verimiliğini arttırdığından dolayı hesaplı bir işlemdir. Üzerinde hazırlandığı zeminin kolay havalanmasını ve Zor işlenen toprakların kolay işlenmesini saglayan bu uygulama, besin maddelerinin bitkilerce daha iyi kullanılmasını sağlamakla kalmayıp, toprağın su tutma kabiliyetini de artırarak kurak mevsimlerde tuzlanmayı önler. Bahsettiğmiz Tüm bu nedenlerden dolayı Doğaya dost ve verim arttırıcı olan kompostun, birçok gelişme ortamına alternatif ya da destek olabileceği kanıtlanmış ve özellikle kendi kendine yeterli verimliliği sağlayamayan Bahçelerde faydalı olduğu görülmüştür.
EKOLOJİK (ORGANİK, BİYOLOJİK) TARIM
Ekolojik (Organik, Biyolojik) tarım yüksek girdi kullanımına dayalı endüstriyel tarımın insan sağlığı, ekonomi ve çevre açısından ortaya çıkardığı olumsuz sonuçların karşısında alternatif olarak ortaya çıkmış bir tarım sistemidir. Kaynakların en iyi şekilde kullanımına dayanarak yanlış uygulamalar sonucu bozulan doğal dengeyi korumayı amaçlayan ekolojik tarım sisteminde, sentetik kimyasal gübrelerin, ilaçların ve hormonların kullanımı yasaklanmıştır. Toprak verimliliği, hastalık ve zararlılardan korunmada uygun çeşit seçimi, ürün rotasyonu, bitki atıklarının değerlendirilmesi, yeşil gübreleme, organik atıkların kullanılması, hayvan gübresi ve biyolojik kontrol gibi yöntemler esas olarak belirlenmiştir.
Ekolojik tarım yüksek kaliteyi hedefleyen bir tarım sistemidir. Başlıca amacı toprak-bitki-hayvan ve insan arasındaki yaşam zincirinde üretim optimizasyonunu sağlıklı bir şekilde sağlayabilmektedir.
Ekolojik tarımla ilgili tüm ulusal ve uluslararası standartlar araziden rafa kadar ürünün izlediği tüm aşamaların kontrolünü ve sertifikasyonu zorunlu tutmaktadır. Sertifikasyonla, ekolojik ürün tüketerek hem sağlıklı yaşamayı hem de doğayı korumayı hedefleyen tüketicilere bir güvence verilmektedir. Ayrıca ekolojik üretim yapan üreticinin standartlara uygun üretimini belgelendirerek ispatlamasına ve ürününü hak ettiği değerde pazarlamasına imkan sağlamaktadır.
ORGANİK TARIM NEDİR?
Organik Tarım; üretimde kimyasal girdi kullanmadan, üretimden tüketime kadar her aşaması kontrollü ve sertifikalı tarımsal üretim biçimidir. Organik tarımın amacı; toprak ve su kaynakları ile havayı kirletmeden, çevre, bitki, hayvan ve insan sağlığını korumaktır. Organik tarımın geçmişi 20.yüzyıla dayanmaktadır. Zira çevre bilinci ve ozon tabakasındaki incelme ve dünya geleceğinin tehlikeye girmesi gibi konular gündeme gelmiştir.
Önceleri çok çeşitli yöntemler ve teoriler geliştirilmiş, hatta bu yöntemlere astrolojik boyutlar katılarak ay ve yıldızların etkisini de üretime katan ekoller ortaya çıkmıştır. Tüm bu ekoller incelendiğinde görülen temel öğe; ekolojik dengenin korunarak, bitkisel ve hayvansal üretimin birlikte aile işletmeciliği şeklinde yapılması, dolayısıyla üretimden tüketime kısa devrelerin kurularak kendi kendine yeterliliğin sağlanmasıdır.
Bu özelliği nedeni ile 1. ve 2. Dünya savaşları arasında popüler olan organik tarım 1950 yılından sonra Amerika Birleşik Devletleri'nin Marshall yardımı ile önemini yitirmiş, sağlanan ekonomik katkılar ve aşırı desteklemeler sonucu entansif tarım süratle yayılmış, makineleşme, kimyasal ilaç ve gübreler ile kimyasal katkı maddeleri kullanılmaya başlanılmıştır. 60’lı yılların sonunda Avrupa Topluluğu'nun uyguladığı tarımsal destekleme politikaları, 1970 de pestisitlerin ve kimyasal gübrenin keşfi de bu gelişmeye katkıda bulunmuştur.
Ancak "Yeşil Devrim" olarak adlandırılan bu tarımsal üretim artışının dünyadaki açlık sorununa bir çözüm getirmediğini, aksine doğal dengeyi ve insan sağlığını süratle bozduğunu gören kişi ve gruplar bu konuda araştırmalara başlamışlardır. Bu araştırmaların sonucunda bilim çevreleri ve sivil toplum örgütlerinin baskısıyla 1979 yılından itibaren DDT grubu pestisitlerin kullanımı A.B.D.'den başlayarak tüm dünyada yasaklanmıştır. Bu durumda organik tarım tekrar gündeme gelmiş, 1980 yılından sonrada tüketicilerin baskısıyla aile işletmeciliği şeklinden çıkarak ticari bir boyut kazanmıştır. ABD'de 0-2 yaş grubu çocuk mamalarının imalinde organik ürünlerin kullanılmasını zorunlu tutan yasanın da bu ticari boyuta katkısını belirtmek gerekir.
Organik ürünler ticarete konu olunca beraberinde kontrol ve sertifikasyona ilişkin yasal düzenlemeler gündeme gelmiştir. Avrupa'da önceleri her ülke kendine göre bazı düzenlemeler yapmış, daha sonra 24 Haziran 1991 tarihinde Avrupa Topluluğu içinde organik tarım faaliyetlerini düzenleyen 2092/91 sayılı yönetmelik yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Ülkemizde organik tarım faaliyetleri 1986 yılında Avrupa'daki gelişmelerden farklı şekilde, ithalatçı firmaların istekleri doğrultusunda, ihracata yönelik olarak başlamıştır. Önceleri ithalatçı ülkelerin bu konudaki mevzuatına uygun olarak yapılan üretim ve ihracata, 1991 yılından sonra Avrupa Topluluğunun yukarıda adı geçen Yönetmeliği doğrultusunda devam edilmiştir. Daha sonra 2092/ 91 sayılı yönetmeliğin 14 Ocak 1992 tarihinde yayımlanan 94 /92 sayılı ekinde; Avrupa Topluluğuna organik ürün ihraç edecek ülkelerin uymak zorunda olduğu hususlar ayrıntıları ile belirtilmiş ve ülkelerin kendi mevzuatlarını uygulamaya koymaları ve bu mevzuatın da dahil olduğu çeşitli teknik ve idari konuları içeren bir dosya ile Avrupa Topluluğuna başvurmaları zorunluluğu getirilmiştir.
Avrupa Topluluğu'ndaki bu gelişmelere uyum sağlamak üzere Tarım ve Köyişleri Bakanlığı çeşitli kurum ve kuruluşların işbirliği ile Yönetmelik hazırlama çalışmalarına başlamış ve "Bitkisel ve Hayvansal Ürünlerin Ekolojik Metotlarla Üretilmesine İlişkin Yönetmelik" 24.12. 1994 tarihli ve 22145 sayılı Resmi Gazete' de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Yönetmeliğin bazı maddelerinde uygulamada rastlanılan aksaklıkları gidermek ve organik tarım faaliyetleri sırasında yapılacak kusur ve hatalara karşı uygulanacak yaptırımların da yönetmelikte yer alması için, 29.06.1995 tarihli ve 22328 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelik ile değişiklik yapılmıştır. Daha sonra 11.07.2002 tarihli ve 24812 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Organik Tarımın Esasları ve Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik” yürürlüğe girmiştir. Organik ürünlerin üretimi, tüketimi ve denetlenmesine dair kanun tasarısı Hükümetin acil eylem planı içerisinde yer almış ve 5262 sayılı “Organik Tarım Kanunu” 03.12.2004 tarihli ve 25659 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Bu Kanuna gereğince hazırlanan “Organik Tarımın Esasları ve Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik” 10.06. 2005 tarihli ve 25841 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Organik Tarım Kanun ve Yönetmelik esaslarına göre üretilen bitkisel ve hayvansal tüm ürünler organik olarak değerlendirilir ve Yönetmelikte ayrıntıları verilen etiket ve özel organik tarım logosu ile pazarlanır.
"Avrupa Topluluğuna Organik Ürün İhraç Eden 3.Ülkeler" listesinde yer almak üzere de gerekli bilgileri içeren bir "Teknik Dosya" hazırlanarak öngörülen süre içinde Dışişleri Bakanlığı kanalıyla resmi başvuru yapılmıştır.
Organik tarım, son yıllarda gündemde oldukça sık yer almasına rağmen, aslında 50-60 yıl öncesine kadar kullanılan en eski tarımsal faaliyetlerden birisidir. Babalarımızın veya dedelerimizin yıllar önce, petrol kaynaklı inorganik gübrelerin ve pestisid’lerin (tarımsal ilaçlar) yokluğunda, yapmaya çalıştığı tarımsal üretimin, her ne kadar bugünkü anlamı ile organik tarım olarak tanımlanamaz ise de, organik tarımın temelini oluşturduğunu söylemek pek de yanlış olmaz.
Organik tarım, tüm dünya’da yıllardan beri süregelen bilinçsiz ve aşırı gübre ve pestisid (tarımsal ilaçlar) kullanımı sonucu bozulmaya yüz tutan tarımsal ekosistemi ve insan sağlığını korumak amacı ile geliştirilen ve önerilen ve tamamen saf, sağlıklı, bitkisel ve hayvansal ürünlerin üretilmesi yanında, tarımsal ekosistemi de koruyan bir tarım sistemi olarak ortaya çıkmıştır. Daha geniş bir tanımlamayla, hiçbir yapay kimyasal madde kullanılmadan yapılan çiftçiliğe organik tarım denmektedir.
İlk defa 1940 yıllarında, Kuzey Avrupa’da bazı araştırıcılar tarafından ileri sürülmüştür. Ancak, 1920’li yıllarda Almanya’da, Avusturyalı filozof Rudolf Steiner tarafından “Biyodinamik Tarım”; İngiltere’de 1940 yılında Albert Howard tarafından “Organik Tarım” ve İsviçre’de, 1930’lu yıllarda Hans-Peter Rusch ve Hans Müller tarafından “Biyolojik Tarım” olarak ortaya atılmıştır.
Organik tarım, doğaya sahip olup, ona hükmetmek, onu kontrol etmekten çok, onunla ortaklık kurabilme sanatı olarak da değerlendirilmektedir. Organik tarımın ana amacı, bitkilerin, hayvanların, insanların ve toprağın sağlığını ve verimliliğini korumak ve devamlılığını sağlamaktır. Bugün, organik tarım, ekolojik tarım veya biyolojik tarım olarak da isimlendirilen tarım sistemleri aslında aynı şeyi ifade etmektedir.
Kuşkusuz, organik tarım denince, hem bitkisel hem de hayvansal üretim anlaşılmalıdır. Yeryüzünde yetişen ve tarımı yapılan her türlü bitki organik tarımda kullanılabilir. Ülkemizi örnek olarak verirsek, organik buğday, organik ayçiçeği, organik soya, organik çeltik, organik mısır, organik meyve ve sebze gibi ülkemiz tarımında yer alan her türlü bitkinin tarımı yapılabilir. Diğer yandan, hayvansal ürünleri de (et, süt, yoğurt, bal, yumurta vd.) organik olarak elde etmek mümkündür. Bunun için, büyükbaş, küçükbaş ve kümes hayvanlarını, kontrollü şartlarda tamamen doğal yemlerle (organik tarımla üretilmiş) beslemek, hastalık durumunda herhangi bir kimyasal madde (ilaç, hormon-büyüme ve gelişme düzenleyiciler) vermekten kaçınmak yeterlidir.
Ülkemizde ilk organik tarım faaliyetleri, bundan 20 yıl kadar önce (1985-1986 yılları), bazı Avrupa ülkelerinden gelen talepler doğrultusunda, Ege bölgemizde kuru incir ve kuru üzüm üretimiyle başlamıştır. Ancak ülkemizin gündemine son 10 yıllık dönemde girmiş olup, son yıllarda Avrupa Birliğinin de talepleri doğrultusunda iyice gündeme oturmuştur. Bugün, Ege bölgesi dışına da taşarak tüm ülkeye yayılmış durumdadır. Yurt dışından gelen talepler nedeniyle, ürünlerde de çeşitlilik (fındık ve kuru kayısı gibi) gözlenmektedir. Günümüzde artık, ekim alanları bazı bitkiler için yeterli olmasa da, hemen hemen her türlü bitki grubu ile organik tarım faaliyetleri yapılmaktadır.
Burada, organik tarımla ilgili verilen bilgiler, bitkisel üretimle ilgilidir.
Diğer bir tarımsal faaliyet olan Doğal tarım (naturel tarım), organik tarımdan tamamen farklı olup, aynı şeyler değildir.  Örneğin, bir alanda, dışarıdan hiçbir kimyasal gübre, ilaç veya hormon kullanmadan kendi haline yetişen bir bitkinin ürününe doğal ürün veya naturel ürün, bu işleme de doğal ve naturel tarım demek mümkündür. Daha önceden, toprakta birikmiş olan gübre, ilaç ve diğer kimyasal madde kalıntılarının varlığı, o ürünün doğal olduğunu değiştirmez. Ancak, böyle bir ürün organik değildir. Çünkü, organik tarımın belirli kuralları olup, bunlara uyulması zorunludur. Her ne kadar, dışarıdan herhangi bir kimyasal madde uygulaması olmamasına rağmen, tarlada daha önceden birikmiş olan kimyasal madde kalıntıları, elde edilecek ürünü organik olmaktan, yapılan işlemleri de organik tarım olmaktan çıkarır. Bu iki tanım birbirlerinden kesin olarak ayrılmalı ve çok dikkat edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, her organik ürün, doğal (naturel) bir üründür. Ancak, her doğal ürün organik ürün değildir. 
ORGANİK TARIMIN ÖNEMİ
Organik tarım, her şeyden önce belirli kurallar çerçevesinde sürdürülebilir tarımdır. Bu da başta toprak olmak üzere su, hava, çevre ve doğada yaşayan diğer canlılara zarar vermeyen ve hayvanları koruyan bir üretim anlamına gelmektedir. Örnek olarak ilaçlama ile çevredeki bir göl ve paralel olarak o gölde yaşayan canlılar zarar görebilir. O gölün suyunu kullanan insanların zarar görebileceği gibi, gölden avladığı bir balığı yiyen kuş bambaşka bölgelere hastalık taşıyabilir. Organik tarım, kuralları çerçevesinde çevresine duyarlı, sömüren değil sürdürülebilir olan bir üretim sağlar.
Üretilen ürünlerin kolayca izlenebilmesi ve her aşamada denetlenebilmesi ile tarımda ciddi bir denetim eksikliğini giderebilir.
Üretilen ürünlerin insan sağlığına zarar verebilecek kimi atıkları barındırmasının önüne geçerek hastalıkların yayılması/oluşmasını ciddi oranda engelleyebilir.
Organik tarım yalnızca insan sağlığını değil, aynı zamanda yaşam alanımız olan dünyanın korunmasını da sağlar.
Mevcut tarım topraklarının azalmasını, çölleşmesini, kullanılamaz hale gelmesini ve sömürülmesini de engeller.
GEÇ GELEN İTİRAF
Mudurnu Tavukçuluk’un eski yöneticilerinden Uğur Türesin’in yaptığı açıklamalar çok konuşulacak gibi. Bolu’nun önemli ekonomik faaliyetlerinden biri olan tavukçulukla ilgili ilginç değerlendirmelerde bulunan Türesin, geçmiş yıllara ve bugüne dair çok önemli değerlendirmelerde ve itiraflarda bulundu. “Değerli hemşeriler, emekli bir tavukçu olarak görüşümü arz ediyorum. Sen de tavukçu idin sen yapmadın mı diyecekler, kıskanıyor diyecekler. Olsun. Dayanamıyorum. Ne derlerse desinler, söz konusu vatansa gerisi teferruat” diyerek bir açıklama yapan Mudurnu Tavukçuluk’un eski yöneticilerinden Uğur Türesin, geçmiş yıllara dair oldukça ilginç itiraflarda bulundu.
“Hatalıydık”
Uğur Türesin; “Bundan 10 yıl önce, tavukçuluk bu kadar yoğun değildi. O günün şartlarında şirket sürekli yatırım yaptığından, parasızlıktan, kendi arazilerimize tarım alanlarında, bizler de yapılaşma yaptık. İtiraf ediyorum, hatalıydık. O günlerde bu kadar çevre bilinci oluşmamıştı. Dostlar Avrupa’da; yer altı suları kirleniyor, koku, böcek vs oluşuyor, hayvan ve insan sağlığını etkileyecek, insanlığı o bölgede ekonomik yönden bitecek diye artık kümes yapılmıyor. Hayvan hakları dernekleri de, tavuklar sıkışık ve zulüm içinde yetişiyor, diye tepki gösteriyorlar” diyerek bugünkü sistemin artık yanlış yönlerinin görüldüğünü ve yavaş yavaş terk edilmeye başlandığını, anlattı. Konuşmasında muhtemel salgın hastalıklara karşı tedbir alınması gerektiğini söyleyen Uğur Türesin: “Mudurnu ilçe sınırları ve 10 km çevresi, yoğun tavuk yetiştiriciliğinden kaynaklı her an çıkacak bir hastalıkla karşı karşıya. Basından da izliyoruz” dedi. “Allah korusun böyle bir şey olursa 50 yıl bu kötü imajı silemeyiz. Bölgeyi karantinaya alırlar. Mevcut tavuk fabrika tesisleri çalışmaz, üretim yapamaz. O zaman işsizlik yeniden patlar. Turist de gelmez ilçemize” diye konuştu.
“Tehlike kapıda”
Açıklamasına, bugün yapılan ve yapılması gündemde olan faaliyetlerle ilgili devam eden Türesin; şöyle devam etti: “Şu an zaman zaman ters esen rüzgârda yol boyunca tavuk pisliği kokuları hissediliyor. Bu sebeple kimse Nallıhan-Bolu Karayolu üzerinden Mudurnu’ya giriş yapmaz. Yeni yapılacak tesisler otomatiktir. 400 binlik tavuk sürüsüne göz kontrolü ile 4 kişi bakmakta, istihdama faydası yoktur. Mudurnu’da üretilen her şey lekelenecek. Tehlike kapıda. Dağ köylerimizde ucuz araziler çok ve işletmeler için mikro klimatize doğal koruma durumundalar. Nallıhan yolu Yüzüncüyıl Köyü, Dedeler, At Yaylası, Uğurlualan yol boyu müsaittir. Tabi ki köylerimizin en az 500 metre dışına yeni kümesler kurulmalı. Bu durum entegre işletmelerimiz için de risklidir”
“Tyson tavukçuluk bile iflas etti”
“Üretim çoğaldıkça kontrolden çıkıyor. Büyüklüğe gelmez.” diyen Türesin, piyasaya dair endişelerini Amerika’dan bir örnekle gösterdi: “Amerika’da, günde bir buçuk milyon tavuk kesen, eski başkan Bill Clinton’un sponsoru, Tyson tavukçuluk bile iflas etti. Sektör kontrollü büyümelidir. Nefisler insanları ne hale getiriyor. Örnek bizleriz, bu işler cesarete bakmaz, daha fazla üretim istihdam diye maliyet düşüreceğiz derken, bankacılık sektörünün o yılki zayıflığının acısını hepimiz çektik, yaşadık. O yıllarda biz Avrupa’yı takip ettik. Hastalık tehlikesini, bugünleri gördük. 10 yıl önce kapasitemizin % 10’nunu organik köy, yayla tavuğuna çevirdik” Türesin konuşmasında, köylerde kümeslerin boş ve alt yapılarının hazır olduğunu söylerken tavukçuluk sektöründe faaliyette bulunacak sanayiciler için de tavsiyelerde bulundu: “Sanayici, tavukçularımızı da, çiftçilerimizi de koruyacak, daha fazla kazandırırken insan sağlığı ve çevremizi koruyacak, köy yaşamının devamını sağlayacak, doğal, organik, ekolojik üretimde bulunmalı. Pazar hazır. Yurt dışında üretimler daha sağlıklı ve lezzetli olduğundan, organik üretimde %35-%40 ulaşıldı. Bizim farkına varıp bu günleri görerek Türkiye’de ilk yaptığımız Yayla Köy tavuğudur. Çare, çözüm budur. Yetkili belediyemize ileri gelenlerimize kamuya, makamlarımıza duyurulur” Türesin, tavukçuluk sektörünün bir an önce gözden geçirilmesi gerektiğine de dikkat çekti.
(*) Bu itiraf, 04.10.2010 tarihinde"BOLU EKSPRES" Gazetesinde yayınlanmıştır.

Hamdi DAĞ
Başkan

STD-SÜRDÜRÜLEBİLİR EKOLOJİK TARIM VE ÇEVRE DERNEĞİ
Adres              : Rüzgarlı Cad. No: 13/19 Ulus-ANKARA
Tel&Faks        : +90.312.4338206
Gsm                 : +90.535.7992335
Blog                 : http://surdurulebilirtarim.blogspot.com/
E-Posta           : std.genelmerkez@gmail.com

                         surdurulebilirtarim@yahoo.com.tr

31 Ağustos 2013 Cumartesi

KONYA HAVZASINDA KURAKLIĞA DUR!...

Konya Havzası'nda kuraklığa dur!...
ETİ Burçak, WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) işbirliği ile ülkemizin tahıl ambarı olan ve küresel iklim değişikliği dolayısıyla kuraklıktan en çok etkilenecek bölgesi Konya Havzası’nın su kaynaklarının korunması amacıyla bir modern sulama projesi başlattı.
ETİ Burçak ve WWF-Türkiye, biyolojik çeşitlilik bakımından dünya genelinde en önemli 200 bölgeden biri olan, ancak yanlış uygulamalar ve vahşi sulama yöntemleri nedeniyle su kaynakları hızla tükenen, ülkemizin tahıl ambarı Konya Havzası’nda önemli bir işbirliğine imza attı. Konya Havzası’nın su kaynaklarının sürdürülebilir bir şekilde kullanımına yönelik işbirliğinin basın toplantısı 13 Haziran 2008 tarihinde, ETİ Pazarlama Grup Başkanı Şule Atabey Şamlı ve WWF-Türkiye Genel Müdürü Dr. Filiz Demirayak’ın katılımı ile gerçekleştirildi.
ETİ Burçak ve WWF Türkiye işbirliği ile gerçekleştirilen “Konya Havzası Modern Sulama Projesi” kapsamında, tarımsal sulamanın yoğun olduğu Çumra ve Beyşehir’de buğday ve şeker pancarı ekilen 4 pilot bölgede “yağmurlama” ve “damla sulama” çalışmaları hayata geçirildi. Şubat - Aralık 2008 dönemini kapsayan örnek çalışmada, pilot bölgelerin fizibilite çalışmaları, modern sulama ekipmanlarının projelendirmesi ve uygulaması yapılarak, bu sistemler çiftçilere hibe edildi. Proje kapsamında tarla sahibi çiftçilere hasat zamanına kadar ziraat mühendisleri tarafından ücretsiz olarak teknik danışmanlık desteği de sağlandı.
Proje Çiftçilerin Eğitimiyle Yaygınlaşacak
Proje ile, daha fazla çiftçinin modern sulama yöntemlerini öğrenilmesi ve benimsemesi için bölgedeki çiftçilere; su kaynaklarının önemi, tarımsal su kullanımı, modern ve doğru sulama teknikleri (yağmurlama, damla sulama,), doğa dostu tarım uygulamaları (organik gübre kullanımı, organik tarım) başlıklarında düzenlenecek ücretsiz eğitimler Ağustos-Eylül arasında, hasat döneminde, tarlalarda uygulamalı olarak gerçekleştirilecek.
Şeker pancarı, mısır, pamuk gibi sıralı ekilen ürünlerde ve sebze meyve bahçelerinde çok uygun bir yöntem olan “damla sulama” yöntemi ile verimlilikte %50’in üzerinde bir artış sağlanabiliyor. Ayrıca 25 dekarlık bir alanı vahşi sulama yöntemi ile sulamak için 30 ton su kullanmak gerekirken aynı alan damla sulama ile 18 ton su kullanılarak sulanabiliyor. Daha sık ekilen ve ürün boyu uzun olan buğday, arpa gibi ürünlerde daha iyi sonuçlar veren “yağmurlama sulama” ise vahşi sulamaya göre %35 daha az su kullanımı ve %20 verimlilik artışı sağlıyor.
Yağmurlama Sulamada Bir Yenilik
ETİ Burçak WWF-Türkiye işbirliği ile hayata geçirilen proje kapsamında, yağmurlama sulama olarak bilinen ve ülkemizde bazı bölgelerde yaygın olarak kullanılan sulama sisteminde bir yeniliğe gidiliyor. Sulama sırasında toprağa düşen su taneciklerinin iriliği nedeniyle zamanla toprağın su geçirgenliğini azaltan ve daha fazla su tüketimine neden olan klasik yağmurlama sisteminin aksine, düşük debili yağmurlama başlıkları kullanılıyor. Böylece normal yağmurlama sulama başlıklarına göre aynı miktarda suyla iki kat alan sulanabiliyor. Yağmurlama ve damla sulama gibi sulama yöntemleri ile verimlilik artışları sağlandığı gibi sulamanın zararlı etkileri de azaltılıyor. Yüzeyde meydana gelen kirlilik, yeraltı sularında nitrat, pestisitler, tuz ve potansiyel toksik elementlerden oluşan kirlilik azalıyor.
Değişim için adım atmak lazım...
WWF-Türkiye Genel Müdürü Dr. Filiz Demirayak basın toplantısında yaptığı konuşmada Türkiye’nin su zengini bir ülke olmadığına değinerek “Ülkemizde suya olan bakışımızda ve uygulamalarımızda ölçülebilir değişimler yaratmak şart. WWF-Türkiye olarak bu ilkeyle damla sulama ve yağmurlama sulama uygulamalarını başlattık. Bunda çiftçilerle ve iş dünyasından destekçilerimizle beraber çalışıyoruz. Ülkemizde, son 20 yılda kişi başına düşen suyun 4.000’den 1.430 metreküpe düştüğü ve 2030’da 100 milyon nüfusla kişi başına 1.100 metreküpe düşeceği biliniyor. Aynı zamanda ülkemizde suyun % 72’si tarımda kullanılıyor ve tarımsal sulamanın %92’si de geleneksel yöntemlerle yapılıyor.. Bunun sonucu olarak suyun %50’den fazlası yanlış ve ilkel sulama yöntemleriyle daha tarlada ürüne ulaşmadan yok oluyor. Bunlar bizim somut adımlar atarak değişimi başlatmak üzere yola çıkmamız için yeterli .. Türkiye’nin su fakiri bir ülke olma yolunda hızla ilerlemesini durdurmak için iyi uygulamalar yaratmak zorundayız. ETİ Burçak ile olan işbirliğimiz de bu kapsamda başlamıştır” dedi.
Tarımsal açıdan Türkiye’nin en önemli alanlarından olan Konya Kapalı Havzası’nın, kuraklık ve su sorunu nedeniyle önemli sıkıntılarla karşı karşıya olduğunu belirten Demirayak; “Türkiye’nin tahıl ve şeker pancarı üretiminin büyük bir bölümü Konya Kapalı Havzası’nda gerçekleştiriliyor. Havza suya talebin en yüksek ve suyun en sınırlı olduğu bölgelerin başında geliyor. ETİ Burçak ve WWF-Türkiye işbirliğinde, Konya’nın Çumra ve Beyşehir ilçelerinde gerçekleştirdiğimiz modern sulama projesiyle, suyu en çok tüketen ürünler başta olmak üzere, akılcı ve verimli su kullanımı yöntemlerinin yaygınlaştırılmasını ve çiftçilerimizin bilinçlenmesini sağlayacağız. Tarımda su tasarrufu, sulama verimimin artırılması, suyun kaynağından bitkiye ulaşana kadar sulama sisteminde yapılacak değişikliklerle mümkün olacaktır. ‘Fazla sulama fazla ürün getirir’ anlayışını değiştirmeliyiz. Günümüzün modern yöntemleriyle daha az su, enerji, işgücü ve gübre kullanımıyla daha yüksek kalitede ürün elde etmek ve doğal kaynaklarımızın üzerindeki baskıyı azaltmak mümkündür. Eti Burçak ve WWF-Türkiye olarak dört pilot tarlada uygulanmakta olan damla ve yağmurlama sulama sistemleri ile % 50’yi aşan oranlarda su tasarrufu sağlanacaktır. Enerji, iş gücü ve gübre masraflarında da tasarruf sağlayan bu sistemler sayesinde buğdayda %10, şeker pancarında ise %25’e varan oranlarda verim artışı beklemekteyiz.”  dedi.
Dünya çapında kuraklığın bedelinin yıllık 42 milyar dolar olduğunu ve şiddetli kuraklıktan etkilenen alanların yüzdesinin 2000’li yıllarda 1970’li yıllara kıyasla iki katına çıktığını söyleyen Demirayak, “Biz bu iyi sulama uygulamalarıyla yeraltı suyunun yanlış kullanımına da çözümler yaratmayı hedefliyoruz.”dedi. Konya Havzası’nda Nisan 2008 itibarıyla 92.000 adet kuyu tespit edilmiş olup, bunların 66.000’inin kaçak olduğunu belirten Demirayak; “Havza’da 33 son yıllda yeraltı suyu 14,3 metre düşmüştür ve  bu düşüşün %80'i son 10 yıl içerisinde olmuştur” dedi.
Kamuoyunun Bilinçlendirilmesi Hedefleniyor
ETİ Pazarlama Grup Başkanı Şule Atabey Şamlı ise proje kapsamında ana amaçlarının sulama projelerine destek sağlamanın yanı sıra kamuoyunu bilinçlendirmek olduğuna değinerek “Hepimizin bildiği bir gerçek ki, dünyamız, doğal kaynaklarımızın giderek yok olması tehlikesiyle karşı karşıya. Gün geçmiyor ki, bir gazete başlığında, bir TV haberinde kuraklık, susuzluk, ekosistem dengesinin bozulması sebebiyle oluşan felaketler dile gelmesin. Biz de WWF-Türkiye ile birlikte hayata geçirdiğimiz Konya Havzası Modern Sulama Projesi ile ETİ Burçak olarak bir adım atıyoruz. Amacımız sulama projesine katkı sağlamanın yanı sıra kamuoyunu bilgilendirmek. Bunun için Mayıs ayında başlayıp Haziran sonuna kadar devam edecek TV reklamının yanı sıra, tüketicilerimizi bilgilendirici gazete ilanları ve billboard çalışmaları da gerçekleştiriyoruz. Ayrıca yaygın satış ağımızı da bu kampanyamıza destek vermek üzere yanımıza alarak Türkiye genelindeki seçkin satış noktalarında standlar kurarak tüketicilerimizi bilgilendirmeyi amaçlıyoruz. Doğanın ve doğal hayatın korunmasını önemseyen ETİ Burçak markamız ile azalan su kaynaklarımızın daha verimli ve sürdürülebilir bir şekilde kullanılabilmesi için WWF-Türkiye işbirliği ile farklı projelere destek vermeye devam edeceğiz.”  dedi.
ETİ Burçak ve WWF-Türkiye işbirliğinin doğal kaynakların korunması konusundaki farklı çalışmalarla önümüzdeki dönemde de devam edeceğini belirten Şamlı ayrıca, “Bu dünyada doğal kalmış bir şeyler hala var” mottosuyla yola çıktığımız ETİ Burçak markamızla bu projeye olduğu kadar, ülkemizin geleceğine de destek veriyoruz. ETİ Burçak üretildiği günden beri lezzeti ve doğallığıyla ağızlardan düşmeyen, tüketici tarafından büyük ilgi gören bir ürünümüz. İçerdiği lifler sayesinde doğal birer besin kaynağı olan ETİ Burçak Ailesi üyeleri, sadece sağlıklı ve doğal besin kaynağı olarak değil; destek oldukları projelerle de “bu dünyada doğal kalmış bir şeyler hala var” dedirtmeye devam edecek.” dedi. (STD, Ankara - Hamdi DAĞ / Başkan) 

9 Temmuz 2013 Salı

STD'YE BİR MEKTUP!...

THE ASSOCIATION FOR COOPERATION AND SUSTAINABLE DEVELOPMENT

The IACSD aims at participating to tackle the most urgent challenges, generated by the transition Tunisia is currently witnessing, that is namely a high level of unemployment in general and mostly among the young and educated generation, the poverty affecting more and more new segments of the society and the difficulty to influx a new enhancement of development into the landlocked areas of the country. The actions of the IACSD are devoted to the perspective of a wholesome national kick-up affecting all economic and social sectors. The said actions do integrate the new dynamics of the civil society and their initiators are committed to carry out their activities in full harmony with the policy set-up by the official authorities at their twofold levels, national and regional, and in conformity with the national priorities of development.

Composed of multidisciplinary competences which have served in the fields of diplomacy, the financial and banking sectors, the Public Service, the Trade Unions and the  Private Sector and which are, by the same token, open to the twenty/thirty years generations willing to bring a qualitative change to the body of Associations, the founding members of the  IACDS are committed, through the setting of a network of contacts and relations, either inside or outside of Tunisia and both, to work for:

* The eradication of the extreme poverty in the Country. The IACDS  targets to bring support to most disfavored strata of the population, through its own input with the help of the similar NGOs activities and its contribution towards the implementation of national programs, focusing on the social aspect of them.

*The insurance of a sound education to the Tunisian youngsters while trackling the most performing schooling and university curricula, their adequacy with the requirement of labor market. The IACDS contribution will look for the betterment of the space and other suitable conditions where school courses are conducted in most backward areas in the Country.

*The promotion of gender equality, the safeguard of the Tunisian women right achievements and the necessity of their reinforcement in all fields.

Through its commitment, the dynamics of its members as well as the opportunities offered by the international cooperation with similar NGOs, the IAISD will then tackle the matter of elaborating and setting-up a strategy of development based on the two following axis:

1-Actions aiming at reabsorbing the unemployment particularly that of the university graduates.

-To enhance the conditions of employability of higher education graduates, through a specific effort of recycling, allowing them to acquire a suitable training which would facilitate their access to the labor market.

-To stimulate the spirit of initiative and entrepreneurship towards the young graduates, by encouraging them to create their own projects and by working for their accompaniment in all the setting-up steps of their company through an effort encompassing the coaching, the facilitation of loans access, the skills of the management techniques and the marketing of the end product. In this respect, a program of start-ups could constitute some nests of the kind to develop, in partnership with the civil society and a meaningful support from the overseas partners of the IACSD

2- Actions aiming at lessening the increasing phenomenon of extreme poverty.

Several areas situated at the limbs of big conglomerations and at the interior of the country, daily acknowledge the awful impacts of the poverty.  The projected actions by the IACSD are meant to encourage the populations of the disfavored areas to self-reliance through social supportive programs, integrating financial components (creation of income resources), social ones (search for solutions about delinquency particularly juvenile and fight against the scourge of narcotics) and those related to community health.

Obviously such endeavors remain conditional to the official input and effective implementation by the authorities in respect to infrastructure upgrading  and the value enhancement of the macro-economic potentialities of the disadvantaged areas.

At the start, the IAISD actions will focus on the following sectors which are able to generate jobs with high added value to the economy:

Ecological and Cultural Tourism:

* Occupying an important post in the economy (7% of the gross national product and employing some five hundred thousand Tunisians), the touristic sector will earn to be enhanced through diversification. It has to be detached from the seaside perception which has stuck to it for the last forty years through the introduction of more rewarding new crenels such as ecological and cultural tourism.

*To encourage private initiatives towards this approach where opportunities are tangible for the country possesses millennial cultural heritage (historical and archeological sites) while, by the same token, it is useful to acknowledge and to raise awareness about the meaningful aspects of ecology with the Tunisian populations.

*To insist on popularizing tourism of quality (leisure, health and culture) through the formula promotion: respect of the biodiversity balance and the preservation of the environment with its two dimensions (fauna and flora) for the benefit of the actual and future generations.

Sustainable Agriculture and Rural Development:

*To push forward agricultural projects which consider the growth of farm bio-products within the framework of sustainable agriculture (conservation of water and soil, traceability, usage of natural manure, composting... )

*To develop, in a suitable approach, human resources for the viability of sustainable agriculture. In this respect, the IACSD will take it as a priority to support the projects whose promoters are particularly women and youth through the facilitation of access to water, land, banking loans, marketing and distribution channels.
Recycling Plastic, Metal, and Paper Trash
*To encourage and support the creation of collection units and recycling domestic and industrial refuses (paper, plastic, metal and fluids)
-To work for the promotion of Private/Public Partnership in this sector.

The Sector of New Technologies of Information and Communication

*To support Start-Ups and Research and Development insuring to the University graduates/promoters the suitable framework for their success in the implementation of their projects.

Public health: making health care services reachable to the whole population especially that of the areas remained disfavored and so through the betterment of cares quality with accessible costs

Education for all, especially in remote areas while insisting on the quality of education programmes in boosting the critique mind instead of the accumulation of knowledge